Pazartesi, Ağustos 06, 2012

Yaşam ve Ölüm



Geçmiş bir hayal, gelecek bir meçhul. Neyimiz varsa şimdi. O da yalnızca bir an.

İnsan vücudunun hücrelerinin tamamına yakını bazı istisnai hücre tipleri hariç ortalama yedi yılda bir yenilenmekte. Demek ki aynada gördüğünüz vücudu oluşturan molekülleri yaklaşık yedi yıldır oradan oraya taşımaktasınız. Daha önceden kalan fotoğraflarınızda gördüğünüz vücudun çoğu kısmı havaya, suya karışmış gitmiş. Biz uçsuz bucaksız bir çölde rüzgarla taşınıp duran kum tepeleriyiz. Okyanusu kat edip kıyısında son bulan dalgalar gibiyiz. Okyanus hep orada… Dalgalar ise ilahi bir nefesin rüzgarı ile kabarıp hareket bulur ve sahile çarpıp son bulur. Dalga yok olmuştur. Ama okyanus hep aynı okyanustur.

Hindu inanışının temel kaynaklarından olan Upanişad yazılarından birinde insan güneşin deniz yüzeyinde belirip kaybolan pırıltılarına benzetilir. Aynı ayın gece yakamozu gibi. Bu hayat görüşüne göre güneş, ay, deniz ebedidir. Biz bir anlığına gelir ve gideriz. Belirir ve kayboluruz. Güneşin deniz üzerindeki bir anlık yansımasıyız.

Kainatta hiçbir şey göründüğü gibi değil. Diğer bir bakış açısıyla da aslında her şey tam da göründüğü gibi. Hiçbir şey ölmez, herşey yaşar. Ya da, hiçbir şey yaşamaz, herşey ölüdür. Bu ilk bakışta zıt görünen iki önerme aslında birbirinin tıpatıp eşitidir. Diyebilirim ki evrende yaşamın bir gerçek olması çok tuhaf bir fenomen.

Bedenlerimiz ve çevremizde gördüğümüz her şey dünyaya ait ve bir zamanlar toprağın altına gömülüydü. Biz dünyanın ta kendisiyiz. Biz dünyanın gözleri, kulakları, ağızlarıyız. En büyük gizem, evrenin bu ufak köşesinin bilinç kazanması ve dönüp aynada kendisine bakmasıdır. İncil’de Genesis bölümünde şuna benzer bir ifade vardır: “Tanrı’nın ruhu suyun yüzünde geziyordu.” Kabalistik inançlarda ise evrenin yaşama kavuşması Tanrının aynada yansımasına bakmasının sonucu olarak betimlenir. Ben ise Feyzi’nin Bab-ı Beyt‘indeki şu dizeleri ilham verici buluyorum: “İki ayna arasında bölündüm sonsuz oldum, Nazarım nazarında var dediğim an yok oldum.”

Hem bu dünyadanız, hem de Tanrı’danız. Hem aşağıdanız, hem yukarıdanız. Varlığımızın beden, akıl, ruh diye üç kısımdan oluştuğunu düşünelim. Beden tamamen bu dünyaya ait. Beden bizden önce de vardı, toplanıp biz oldu, bizden sonra da dağılıp var olmaya devam edecek. Zekamız bedenimize aittir. Akıl ise bedenin üzerinde çalışan şahsi bilincimizdir diyebiliriz. Bu bilincin ruhun ta kendisi veya ruhun tümü olup olmadığı ise cevap bulamamış bir felsefi sorudur. Ruh ise, işte onu bilmiyorum. Hikmet ruha aittir. Ancak Mevlana’nın bir sözü vardır ki; “İnsan düşünceden ibarettir, gerisi et ve kemiktir.”
A kardeş (ey insan), sen bir (şu andaki) düşünceden ibaretsin. Arta kalanı biraz et, biraz kemik ve biraz saçtır.

Sadece bedenimiz varmış gibi yaşayamayız. Ancak hiç bedenimiz yokmuş gibi de yaşayamayız. Bu benim düştüğüm bir hatadır. Yaşımın genç olmasının ve şükür ki ciddi bir sağlık sorunumun olmamasının sonucu bir bedenim olduğunu unuturum. Onu hırpalarım, hor kullanırım ve ancak bir rahatsızlığım olduğunda o kısmını hatırlarım. Demek ki bu bir denge meselesidir.

“Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın.” Demiştir Nazım Hikmet. Öyle ya, ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir? Ama hemen arkasından eklemiştir: “Bir sincap gibi mesela”

Buda’ya atfedilen bir öyküde olduğu gibi. Teli gevşek bırakılmış bir müzik aleti sorumsuz bir boşvermişlik içerisindeki bir hayattır. Ondan hiç müzik sesi çıkartamazsınız. Teli aşırı gerginleştirilmiş bir müzik aleti ise kendisini aşırı ciddiye alan katı ve sert bir hayattır. O da en ufak bir hatada kopabilir. Öyleyse ne çok sevinelim, ne çok üzülelim, ne çok övünelim, ne de çok yerinelim. Bu ruhun kemanından müzik yapalım.

Hiç yorum yok: